25 Ocak 2011 Salı

AŞK VE ÖLÜM (Audio) - 8-

Ö                           Son numaran bu mu diyorum? Yeni taktik? Anlarsın ya.
A                           Saçmalama!
Ö                           Hayır, yani bayağı bir numara da uyarayım baştan. Bilmediğim bir şeyler uygula da üstümde   zevkleneyim bari.
A                           Kendinle karıştırıyorsun beni.
Ö                           Sence ben kendimi bırak seninle başka bir varlık ya da kavramla karıştırır mıyım?
A                           Doğru.
Ö                           Efendim, efendim? Hak mı verdin sen bana?
A                           Yani... Adilimdir ben genelde. Bilirsin.
Ö                           Hiç de öyle bilmem. Sen... gerçekten şuursuzsun. Adil ha? Off! Dost acı söyler.

17 Ocak 2011 Pazartesi

AŞK VE ÖLÜM (Audio) - 7 -

Ö                           Yapamam.
A                           Bebek adımlarıyla, yavaş yavaş...
Ö                           Diyosun.
A                           Ya alay etme. Ciddiyim ben.
Ö                           Ciddi olduğun için alay ediyorum ya.
A                           İyi
Ö                           Bozulma. Ben buyum. Bu kadarım.
A                           Olmasan keşke.
Ö                           Keşke, keşke, keşke... Yazık bir sözcük. Ne olmasam?
A                           Böyle, bu halin. Çok yakıcı...
Ö                           O okyanusundaki kumlar gibi...
A                           O solmuş otların bittiği toprak gibi
Ö                           O otları solduran da, o kumları yakan da güneş. Ya biz ne yapıyoruz burada, kuzum? Yoksa beni de mi kurbanlarının arasına katmaya niyetlendin?
A                           Ne?

AŞK VE ÖLÜM (Audio) - 6 -

Ö                           Boşveer bunları. Bak ne diyicem. Bugün gitme. Benimle kal. Yanımda dur.
A                           Ne o? Romantikleştin sanki birden.
Ö                           Haşaa. O sana aittir. Hadi okyanusa gidelim. Kum vardır şimdi orada.
A                           Taşlar da var.
Ö                           Güneşin soldurduğo otlar...
A                           Kabuklar...
Ö                           Rüzgar
A                           Medcezir
Ö                           Ne yapıcaz peki biz orada?
A                           Dururuz öyle. Hiçbir şey yapmadan.
Ö                           Orada dur işte. Duramayız. Yoksa... yapabilir miyiz?
A                           Belki deneriz en azından.
Ö                           Ben deneyemem, balım. Denemeye iznim yok. Biliyorsun.
A                           Ah, bir kere çiğnesen...

AŞK VE ÖLÜM (Audio) - 5 -

Ö                           İşte yine çuvalladın. Benimle savaşılmaz, hayatım. Sa-va-şa-maz-sın.
A                           Hayatım? Hiç yakıştıramadım senin ağzına doğrusu.
Ö                           Neden? Hayattan daha mühim bir şey var mı? Daha esas bir borç mümkün mü?
A                           Ama sen... sen...
Ö                           Söyle söyle. Çekinme.
A                           Sen katilsin! Hayat senin yüzünden sona kavuşuyor.
Ö                           Kavuşmak dediğine dikkatini çekmek isterim, tatlım.
A                           Tatlım falan deme bana! Se.. sesin...
Ö                           Ne olmuş sesime?
A                           Sesin çok... nasıl desem... zıt... sana uymuyor.
Ö                           Ben memnunum valla sesimden. Hem benim birden çok sesim vardır. Bilmez misin sanki? Müziklerim ve ben.
A                           Ağıtlar demek istiyorsun tabii.
Ö                           Sen de ille kötüleyeceksin beni. Kapkarayım sana göre.
A                           Ben çoğunluğu temsil ediyorum bir kere burada!
Ö                           Hırçınlaşma hemen! Nasıl da tırnak çıkarıyorsun. Dur, sus iki dakika. Sahteleşme yine. Kendi adına konuş öncelikle. Ödün kopuyor. Kalabalık olmaya çalışıyorsun sürekli. Sade, tek başına gel bana. Çoğunlukmuş! Laf! Şu... şu sözde misyonerliğin deli ediyor beni.
A                           Misyoner mi?
Ö                           Hayalperest mi demeliydim yoksa? Üff, büyü artık!
A                           Büyümek... Ne mümkün... Senden fırsat mı kalıyor?
Ö                           Ne yapıcaksın zaten büyüyüp? Yeterince yer kaplamıyor musun?
A                           Bu da ne demek şimdi?

16 Ocak 2011 Pazar

AŞK VE ÖLÜM (Audio) - 4 -

Ö                           Sen hakiki bir depresyondasın. Ya da kafan bayağı iyi. Mutluluk ha? Sen mi mutlu ediyorsun? Senin yüzünden her gün milyarlar bana koşuyor ya da bana sığınmak istiyor. Beni istiyorlar, diliyorlar, düşünüyorlar. Mantıklı ol biraz, rica ederim!
A                           Mantık? Tabiatımda yok o. İstemiyorum da.
Ö                           Hah, ilk defa dürüst bir şey söyledin! Sonunda.
A                           Duygusuz! Senin tabiatın bu işte!
Ö                           Duygu derken, hislerden, hissetmekten, duyulardan bahsederken beni safdışı bırakacağını sanacak kadar saf olamazsın!
A                           Ne... ne demek oluyor şimdi bu?
Ö                           Ben neyim?
A                           Söylemem. Söyleyemem. Hem... İstemiyorum söylemek.
Ö                           Söyle! Neyim ben?
A                           Adını anmak istemiyorum.
Ö                           Söyle!
A                           Sonsun
Ö                           Başka?
A                           Bitmek
Ö                           Daha?
A                           Gitmek
Ö                           Cesur ol! Ha gayret!
A                           Erimiş dondurma.
Ö                           Ne?
A                           Ne bileyim. Dondurma severim ve eridiğinde... Yani...
Ö                           Çocuksun sen daha.
A                           Büyümek iyi bir şey mi sanki?
Ö                           Çekici bir yanın var. İnkar edemem. Sinirime de dokunuyorsun bazen, yani genellikle ama tuhaf bir yakınlık duyuyorum sana. Kaleler vardır ya. Sanki bir tanesinde seninle ben yaşıyoruz, birlikte.
A                           Ya da savaşıyoruz.

AŞK VE ÖLÜM (Audio) - 3 -

A                           Beni anlamıyorsun. Hiç anlamadın.
Ö                           Görmek istemiyorsun gerçeği. Kabullen artık.
A                           Hayır! Mahvediyorsun sen, herşeyi. Sen! Yaptıklarına bir bak.Korkunçsun! Kimse seni sevmiyor, istemiyor.
Ö                           Ah, güzelim, herşey bana mecbur. Bildiğin ve daha çok bilmediğin herşey. Bunun kötü veya korkunç olmakla ilgisi yok. Bak bana. Ne olduğum ortada. Tek gerçek işte karşında.
A                           Gerçek? Gerçek ne ki? Sana söyleyeyim. Benim gerçek. Yaşamayı değerli kılan, anlamı olan benim.. Hem... kokuyorsun sen. Leş gibi.
Ö                           Leş ha... Bak bu doğru. Leşlerle benim işim. Leş olmakla. Gibisi fazla yan. Sen ne de güzel kokuyorsun, mis gibi. Çiçek gibi. Bak gibi diyorum. Senin bir öz kokun bile yok.
A                           Çürümüşsün. Yazık...
Ö                           Körsün. Sana yazık asıl.
A                           Sana acımak isterdim, biliyor musun?
Ö                           Ama acıyamazsın. Gelmez elinden. Senin de sonun benim çünkü. Yolların bana çıkıyor, çıkacak. Kendi sonuna acımak komik olmaz mıydı?
A                           Üzüyorsun beni. Hep kırıp döküyorsun. Halbuki... Neyse... Okyanusa gidelim mi? Hava almak istiyorum.
Ö                           Ne yapıcaz orada?
A                           Ne bileyim. Yüzeriz işte. Dalgaların üstüne otururuz. O büyük dalga geldiğinde çılgın gibi kaçışırız. Hem... Bir şarkı bile söylerim sana belki.
Ö                           Ya da belki ben sana...
A                           Çok kötüsün
Ö                           Olmadığımı biliyorsun. İçinde bir yerde bana çok yakınsın. Kızmıyorum ben sana. Hatta inanmazsın, zaman zaman buruluyorum ben bile. Bayılmıyorum yaptıklarıma. Fakat önemli varlığım, var olma nedenim.
A                           Ya yok olsan. Ha? Denesen. Tamamen yok olmalısın tabii. Nasıl olurdu evren, halimiz? Hele bir bak bana. Temizim, iyiyim, mutluyum. Uğruma göze alınanları şöyle bir düşün. Nelerden vazgeçiliyor benim için? Ya senin için?...

AŞK VE ÖLÜM (Audio) -2-

A                           Çok yorgunum.
Ö                           Al benden de o kadar. Ne izin var, ne de ikramiye.
A                           Son zamanlarda çok sık karşılaşır olduk.
Ö                           Hiç şaşırtmıyor beni bu durum. Ortalığa baksana. İkimiz pek popüleriz.
A                           Aslında hep popülerdik. Değişen ne ki? Efsaneler, şarkılar, filmler, kitaplar, en önemlisi de tabiat... Başrolü ne zaman kaptırdık ki?
Ö                           Yok yok. Kaptırıp kaptırmama meselesi değil. Ama işin raconu değişti.
A                           Ne gibi? Haa hastalıkların falan artması mı yani?
Ö                           O da var tabii. Ya boşver bunları. Hazır karşılaşmışken başka şeylerden konuşsak.
A                           Olur. İyi olur hatta.
Ö                           Değişmiş gördüm seni.
A                           Nasıl?
Ö                           Daha sakin gibisin. Belki biraz daha olgun mu desem?
A                           Kilo aldım ya. Rahata alıştım. Sanırım ondan. Sen maşallah sopa gibisin hala.
Ö                           Sağol ama benimki de sefadan değil. Benimle uğraşanlar arttı biliyorsun. Saçma sapan bir    kafa tutan ordusu ile savaşıyorum.
A                           Benim yakada da aynı vaziyet. Bunun özel bir hizmet olduğu günler nerede kaldı...
Ö                           Ah o eski günler...
A                           Huzurumuzu piç ettiler
Ö                           Bu işlerin keyfi de kalmadı artık

7 Ocak 2011 Cuma

AŞK VE ÖLÜM (Audio) - 1 -


Tarihsiz ve tarifsiz...
İkisinin de ne tarihi var, ne de tarifi...
Onlardan uzak durmaya çabalamak boş, anlamsız, hatta zavallılık...
Her ikisi de belirsiz; ne zaman ortaya çıkacakları muamma...
Ansızın gelirler. Bilinmezliğin koluna girerler.
“Sonsuza dek seveceğim seni”
“Bir dahaki sefere”
“Ölüm bizi ayırana dek”

BURUKLUK

Çalışıyorum. İçimdeki gürültü arasından saf bir ses ayıklamaya. Olmuyor. Dünya gevezenin teki. Çok konuşurken hiç anlatıyor. Korkuyorum. Ölsem ne olacak ki? Karanlıktan korkuyorum. Ölümü prova etmeye yeltensem... Onu da beceremiyorum. Prova derken matineye dönüşebilir, kendiliğinden, zahmet beklemeden...
Gitmek istiyorum. Uzak ya da yakın. Yeter ki kendimden gideyim. Bir enstrüman çalmayı bilseydim keşke. Piyano mesela. Ellerim öyle uzun ki neden olmasın? Ama geç kaldım. Küçükken başlamalı o işlere. Artık geç, çok geç... Saksafon olsa. Zor. Nefesimi sadece sigara içerken odaklayabiliyorum. Okulda flüt bile çalamazdım. Kötü bir anı. Utanç dolu ve diğer çocukların alaycı bakışlarıyla. Resim de aynı küflü hatıralar bankasında saklanıyor. Çöp adam çizerken bile titreyen elim, yere fırlattığım pastel boyalar, kenarları kıvrılmış bir resim defteri ve adi bir resim çantası. Yine acımasız gözlü, neşeli çocuklar, kötü çocuklar...
Çok konuşuyorum. Tiksiniyorum kendimden. Kelimelerim ne kadar az, aciz, cılız, pis.  Okuyorum. Kaçmam lazım. Colette, Shakespeare, Galeano, Oscar Wilde, Sallinger, Orwell, Capote ve yeni yeni Murakami... Devlerin arasında bir cüceyim. Kendi gözyaşında kolaylıkla boğulan bir cüce... Herbirinde ölüyorum ve yenisine geçerken diriliyorum. Diriliş daha da beter. Yeni acı yeniden bedenlenirken ben diye bir şey kalmıyor. Toz zerresi kadar anlamım yok.
Masa almalıyım bir tane. Çalışmak için değil, yazmak için. Esasen tükenmek için. İçimde his olduğunu sandığım bulutumsu bir yumru var. Bir konuda başarılıyım en azından. Kendimi bitirebilecek gücümü coşturabiliyorum. Ne mutluluk...
Bir koltuk beğendim dün. Rengarenk. Gökkuşağının dinlenmiş hali. Çok para dediler. Baktığımla kaldım. Dokunmaktan bile alıkoydum kendimi. Ağladım, bayağı üzüldüm. İstedim onu, çok istedim. Bir armağan olamaz mıydı? Yalandan da olsa “Al bu senin artık” denemez miydi? Benim kadar cahil birini böyle mutlu etmek mümkündü. Mutluluk planım yoktu. Biri benim için yapamaz mıydı?
Mevsimlerden yazı silmek güzel olurdu. Sıcağı sevmiyorum. Derim ince, hemen alıyor içine buharı, sıkıntıyı ve her türlü fenalığı. Acılar ter içinde, tuzlu tuzlu, yapış yapış, terketmiyor hem ruhu hem bedeni. Gözlerimi yumamıyorum yaz geldiğinde. Edepsiz uykunun direnci bir başka bu mevsimde. Arsız şey...
Altüst bir evim olmalı. Herşey tersine içinde. Tuvalette yemek pişerken mutfak tezgahının üstüne dışkılamalı. Yatak odasında çamaşır yıkarken salonda uyumalı. Ve kabuslarım televizyonda akmalı. “Ben prodüksiyon”. Böyle yazmalı herbirinin başında ve sonunda. Kendi kendini temizleyebilen bir ev bu ev. Hiçbir temizlik ürünü ve aracı olmaksızın. Biraz sihirli bir ev gibi. Bir baykuş, bir köpek ve bir kaplumbağa yaşamalı içinde, didişerek ve sevişerek. Nerede sevişmeli bu evde peki? Hiç sevişmeden yaşamayı öğrenmeli belki de...
Kutup soğuğunda doğum yapmalı. Uyuşmuş, dipdiri bir canın tanıkları sessiz bir kutup ayısı ve yalnız bir penguen olmalı. Bebeğimi onlar yalayarak temizler. Hakiki bir merak ve sevgi gösterirler. Belki bilmediklerinden kısa bir an için yemek isterler onu. Ama yapmazlar.
Duruyorum. Beklediğim bir şey yok. Öyle kalıyorum. Birisi bu halimi anlamasın, bilmesin. Kimse beni düşünmesin. Bir şarkı benim için dinlenmesin. Hakkımda bir sözcük sarfedilmesin. Hiçlik beni ansın yeter.
Harflerle aram iyi değil. Sesli olanlarla bilhassa. Seninle aram da iyi değil, sevgili. Joe Dassin bile olsa tonumuzda. Harfler olmadan bir yolculuğa gidebilirim. Bunu yapabilirim. Diretebilirim bu imkansızlıkta ve direnebilirim olmamana. Ölemeyeceksin sen, yazık. Harflerle yaşamak zorundasın. Zaruret içinde boğulacaksın. Sessiz olanların içinde haykıracaksın.
What are you doing the rest of your life? Streisand soruyor, birine. Tanımıyorum soru sorulanı ve umurumda değil. Ben bu soru cevap faslı esnasında bir pastanede oturmuşum. Bir mahalle arasındayım. “Rest”... Hem geriye kalan hem de dinlenmek demek. Ama en çok rest çekmek. Acayip bir dil bu İngilizce. Yine de bizim dil yer onu, bitirir. Barbara müthiş biri. Tanıyorum onu. The Way We Were ... Gördüğüm en gerçek güzel kadın. Kıskanıyorum onu.
Unutmayı övmek istiyorum. Bu eşsiz ayrıcalığa sahip olan ey insanoğlu! Dur ve dinle içindeki kayıp cesetlerin çarpıntılarını. Hayat! Ben seni unutmak için sevdim. En çok seni unutmayı sevdim. Yalanları özenle kurmayı ve hiç zaman kaybetmeden dürüstçe onları yıkmayı seçtim. Sığındım sana, unutmak. Sevdalandım doğana. Aklımı karıştırdım, bilerek ve isteyerek. Çürüyen gerçekliğe karşı biricik silahım sen oldun. Casatchok... Kutluyorum seni. Tepine tepine!
İncindikçe incitmeyi öğreniyorum. Telaşlı değilim. Sakinim bunları yaparken. En çok da bu halimden ölesiye korkuyorum. Öldürmek istiyorum bu cüretimi. Kabalıklara tolerans göstermeye başlıyorum. Neden? Narinlik zayıflık gibi geliyor gitgide. Eyvah!
Yaşlanıyorum. Aşk, anlayış, sabır... Tahammülüm yok artık bunlara. Bulutların üstünde salınmıyor ruhum artık. Bir kaza geçirip kör ya da sağır olsam umurumda olmayacak sanki. Bir cinayete kurban gitsem ya. Kim beni öldürmek için büyüleyici bir plan yapar ki? Zengin veya ünlü değilim. Düşmanım var mıdır? Sevmeyenim vardır mutlaka. Neticede ben de bir sürü insanı şu veya bu nedenden ya da hiç nedensiz sevmiyorum. Peki sevmemek düşman olmak mı demek? Sevmediğin birine kötülük yapmayı, onu yok etmeyi ister misin? O yok olunca ‘sevmeme duygusu’ mu ölecek sanki? Yakıcı bir rahatlık mı dolacak içine? Bilmiyorum, anlayamıyorum. Fazla düşünüyorum.
Daimi, süresiz, sonsuz... Öğrendim ki acının huyu bu, duruşu bu. Bitmiyor, pes etmiyor. Etinin acısı dindiğinde ruhunun acısı coşuyor. Ya da ikisi birden patlıyor. Ama ruhun acımadığı bir an yok. Bazen numara çekiyor. Ancak hemen niyetini belli ediyor. Riyakar değil acı. Belki de hayatımızdaki tek dürüst şey. Acı bence Fransızca konuşuyor. Duygusal, yumuşak, zarif bir şekilde kanırtıyor, paralıyor bizi. Acının dili de dini de müzik. Herkesi koşulsuz, gafil avlama aracı kesinlikle müzik.
Gençliğimi özlemekten vazgeçtim. Özlemediğimi iddia ederdim. İçin için, herkesten gizleyerek hasrettim oysa o tazelik dönemine. Şimdiyse sadece bıkkınlık hissediyorum. Gençlik çok acı, pek kederli, hazin ve boşluğa eşdeğer... Bilgisiz ve bilinçsiz bir dönem. Güzelmiş...
Kalbimden kurtulmanın bir yolu olmalı. What’s love got to do with it? What’s love? But a second hand emotion. Who needs a heart when a heart can be broken? Kalbim olduğunu sadece kırıldığında anımsıyorum. Sigara içerken, kadehlerce alkol yuvarlarken, yağlı yemekleri götürürken aklıma bile gelmiyor. Dünya Kalp Günü ve Kalp Haftası gibi abuk sabuk ajandalara burun kıvırıyorum. Binlerce insanın bu günlerde yürümeleri, koşmaları filan sirk, karnaval duygusu yaratıyor bende. Historia De Un Amor...
Birileri gidiyor. Birileri geliyor. Bu trafik sıktı artık. Giden gitsin. Niçin ille birileri geliyor? Neden boşluklar dolmayı bekliyor? Hareketsizlik o kadar da kötü bir şey olmasa gerek. Donup kalmak tatillerin en güzeli. Olduğu gibi kalsa hayalkırıklığı, mutsuzluklar, vazgeçişler, öfkeler, hüzünler, kayıplar. Kayıp... Bulmaya çalışmasak onu ya. Gitmek istemiştir ve gitmiştir ne de olsa. Birine ‘kal’ demek zor değil. ‘Git’ demek daha zor ki zaten herkes gitmek istiyor. Mesele kalmak isteyene çatmakta ve sessizce kalışına sevinmekte. Mutluluk bu olmalı...
Maskeler... Onlardan ödüm kopuyor işte. Ağıt yakan kabileler gibiler. Çok soğukkanlılar ve korkunçlar. Ölümden bile kesinler. Yabancılar, gecenin kuytusunun değişmez sakinleri... Bir otobiyografi yazsam onlarla başlamak isterdim ve onlarla bitirmek. Yazık ki iyi tanırım çoğunu... A Toi...
Bir çiçeğe bile bakamıyorum. Bir orkide vardı çalıştığım yerde. Sahibi uzunca bir geziye gittiğinde bana emanet etmişti. Suyunu verdim. Sevdim de gerçekten. Yine de öldü. Kurudu, çirkinleşti. O güzelim çiçeklerinden eser kalmadı. Toprağı böceklendi, kurtlandı. Benim yüzümden. Doğru bir şekilde ilgilenmedim. Açıkçası pek umursamadım. Su verilmesi, gülümsemek falan yeter sandım. Yetmedi. Orkide bana yine hatırlattı, sorumsuzun biri olduğumu... Yağmuru severim. Özellikle kara bulutların serseri gezintilerini. Bitkileri ve güneşi onlar kadar sevmiyorum. Ain’t no sunshine...
Aranan, aramak, aranmak... Aralarında yitip gittim yıllarca. Bir şeyi, birilerini aramış durmuşum. Sahip olmak derdinden galiba. İlle sahip olucaz bir şeye. Tutup avucumuzda sıkıcaz. Sonra herbirimiz Lennie oluvericez ve avucumuzda sevgiyle sıktığımız o şeyi öldürücez. Sahip olmak ya gerisi vız gelicek. Yaşatmaya, korumaya, kollamaya onu aramakla sarfettiğimiz eforun yarısı kadar çaba sarfetmeyeceğiz. Bu yüzden bir bebek sahibi olmaktaan da kaçtım hep. Ya ölümüne de yol açarsam? Ya onu severken öldürüverirsem? Bir orkideye bile bakamamıi biriyim sonuçta. Waltz of the butterfly...
Yüzleri unutmaya başladım. En çok da gözleri. Geçmişi sebepsizce tararken yakalıyorum kendimi. Ve farkediyorum ki yüzler silikleşiyor. Eternal sunshine of the spotless mind... Gözleri, renkleri, bakışlarını toparlayamıyorum zihnimde. Birisi bir şey yapmış zihnime. İyi mi yapmış kötü mü, kararsızım. İnanmak istediğim bir geçmişim var mı artık emin değilim. Naftalinle çürük yumurta arası bir koku var burnumda. O yüzleri, o gözleri unutmak için sevdiğime karar verdim. Bir karardır en azından...
Şöyle iyi rüzgar yemem lazım. İyice tokatlamalı yüzümü, savurmalı bedenimi. Kontrolümü elimden almalı. Böyle olmalı. Rüzgar dediğin bunları yapabilmeli. Samimiyet yani. Şu anda defterimin üstünde gezinen karınca gibi. Dürüst bir canlı. Yemek arıyor. Ya da yolunu, yuvasını. Beni de biliyor. Ondan ne kadar güçlü olduğumu. Aslında onu basit bir hareketle yok edebileceğimi. Ama yılmıyor. İşine bakıyor. Rüzgar gibi. O da işine bakıyor. Ama bu ara pek uğramıyor benim yakaya. Belki de bunca binadan uzaklaşmam lazım rüzgarıma kavuşmak için...
Yeni bir yer açılmış, yine. Şık bir cadde üstünde. Şıklığı taşlarından veya üstündeki binalardan kaynaklanmıyor. Dergiler ve gazetelerde böyle bahsedilir ya caddelerden. Oysa bir giysisisi, mücevheri falan yoktur. Sanki insanlar giyiniyor diye cadde de giyinmiş gibi. Neyse, bu cadde üstünde talihsiz bir nokta vardır epeydir. Her yıl yeni bir mekana büründürülür bu nokta. Bu kez de bir cafe oldu, yeniden. Adı farklı. Menüsü falan hep diğerleri gibi. Ancak bir farkı var. Arka bahçesini oldukça geniş tutmuşlar. Nereden mi biliyorum? İçine girdim de ondan. Hatta uzunca oturdum. Etrafı seyrettim. Garsonları dikizledim. Fiyatları uçuk değil. Ancak menü arsızca geniş. Niçin şu yemekçiler birkaç, belli şeyde uzmanlaşmayı istemezler? Nasıl bir aşçı bulmalı ki böyle kimliksiz mutfaklar için?

İMKANSIZ

Kötü bir gündü. Görevimi başarıyla tamamlamama rağmen boktandı herşey. Evet, benim de işlerim oluyor. Öyle başıboş, keyfine düşkün biri sanıyorsunuz beni. Fena halde aldanıyorsunuz oysa. Oldukça yoğun bir gündemim var. Mesela bu aralar görevim ‘Tudi’yi izlemek. Tudi kim mi? İşverenimin sevgilisi. Daha doğrusu, ikisi yeni bir ilişkinin ilk evresini tamamlamak üzereler. İşverenim, yani patronum bu adama oldukça tutulmuş durumda. Galiba bu yüzden de beni tuttu. Tuhaf bir kadın. Beni araştırıp bulmasından görev tanımına kadar her hususta tavrı ve sözleri garipti. Buna daha sonra değineceğim.
Her görevde bir kod adım var. Bu görevde adım, Hamiyet. Patronumun seçimi. Pek bayıldığımı söyleyemem. Eski moda bir isim sonuçta. Üstelik hantal ve sıkıcı da denebilir. Benim tam zıttım yani. Ama olsun. Bu görevde önemli olan ismim değil, cismim. Başlangıçta ‘çocuk oyuncağı’ demiştim kendi kendime. İnsanları pek sevmem. İşimi de bu nedenle hiç mi hiç içselleştirmem. Neticede en sevdiğim şeyi yaparak hayatımı kazanıyorum. Nasıl mı? Ona da daha sonra geleceğim.
Tudi... Gerçek adı değil elbette. Çevresi ona böyle hitap ediyor. Tam 33 gündür onu izliyorum. Almanya’da göreve çağrıldım. Essen’de. Bilirsiniz belki. Bu yaz Almanya’nın çok sıcak olacağını öğrendiğimde ailemle oraya göç ettik. Tudi de yıllarca orada yaşamış. Son 6 yıldır İstanbul’da yaşıyor. Ancak Almanya onun için başka. Almanya’da havalimanında karşıladım onu. Beni görmedi tabii. Farketmedi bile. Ensesinde, bacaklarında, kolunda, göğüs kıllarının arasında gezinirken tanımaya başladım onu. Ve... kıyamadım. Meslek hayatımda ilk defa bir insanın teninde bu kadar gezinip içgüdülerimin buyruklarınauymadım, uyamadım.
Patronumla Tudi arasındaki ilişkinin boyutlarını da Almanya’da anladım. Basit, sıradan bir flört değildi. Patronum kadar cins bir kadını isteyen bir erkeği düşünemiyordum. Zaten işim de düşünmek değildi. Ama severim ben insanları incelemeyi. Sonuçta ruhları var. Kimi kötü kimi iyi diye de ayırtemiyorum. Her ruhun içinde yumuşak, sert, iyi, kötü, gizemli, sıkıcı renkler var. Ve patronumla Tudi de tüm bunların karışımını birbirlerine yansıtmaktan korkmayan tipler. Geçmişlerini araştırmaktan kendimi alamadım. İlginç bir ikili çıktı ortaya. Aslında hiç uygun değiller birbirlerine. Ama bir şey var, sağlam bir şey. İşte bunu gördüğümde kıskanmaya başladım. Ve Tudi’yi istedim, kendime...
İş hayatım var diyorum ya, esasen dönemsel çalışıyorum. Yani yılda 6 ay kadar. Geri kalan 6 ay seyahatle geçiyor. Yolculuklarımız mecburi de olabiliyor. Kısacası kaçtığımız çok şey var. Bizi öldürmek isteyen kimyasallar ve canlılar günbegün artıyor. Bir ölüm kalım savaşı demekle hiç de abartmış olmam. Tudi’den önceki seyahatte az daha bir yarasa tarafından öldürülüyordum. Zor kurtardım kendimi. Annemi ise sizden biri öldürmüştü, hem de gözlerimin önünde. Vahşetinize o kadar yakından ilk kez tanık olmuştum. Nefret mi? Sizin bu duygunuz bizim dünyamızda yoktur. Korku mu? Bakın işte bu vardır. Korkuyla kaçarız. Evet, biz de saldırırız. Yapacak bir şey yok. Tabiatımızda var. Sizde olmamasına rağmen yüzyıllardır doğaya saldırıyorsunuz. Kim iyi kim kötü acaba?...
Konuk olduğum yaşamlardan pek etkilenmem normalde. Akılcı yaklaşırım. Empati falan kurmam, kuramam zaten. Okumam yazmam, yön duygum, gözyaşım yok. İnar derseniz, o var. İçgüdülerimin çok önemli bir yanıdır inat. Direnmek de denebilir. Evet, anlamışsınızdır. Farklıyım ben. Bununla da mutluyum. Aşk mı? Siz insanların uydurması bu. Hormonlarınızın çağrılarına hemen de ‘aşk’ diyiveriyorsunuz.
Son 5 gündür ise bu adama dokunuyorum, hatta onu emiyorum. Emmeyi hiç planlamıyordum. Ancak Tudi, İstanbul’da döndükten sonra patronumla epey yakınlaştı. Anlarsınız işte. Seksinizden bahsediyorum. Siz ‘sevişmek’ demek istiyorsunuz genel olarak. Böylelikle kendinizi daha az hayvan hissettiğinizi sanıyorsunuz. Çok aptalsınız.  İşte Tudi ile patronum yakınlaştıkça kızdım. Hayır, öfkelendim. Aşk bu mu? Direncinizin kırıldığı ana ya da duruma mı aşk diyorsunuz? Yoksa kendinizi tanıyamayacak kadar öfkeyle kuşatılma hali mi?

Yalnızım... Çok yalnız, hem de. Siz anlayamazsınız tabii bunu. Yani benimki gibi bir yalnızlığı. Benim gibileri sevmezsiniz siz insanlar. Bir an bile tereddüt etmeden öldürürsünüz. Narin bedenimin çektiği acıyı umursamazsınız.

TIMELESS


 Oldukça yaşlı bir saat tamircisi gecenin geç vakitlerinde dükkanında hala çalışmaktadır. Dükkanda yüzlerce farklı ebatlarda saat vardır. Hepsinden farklı sesler gelmektedir. Dükkanın bir köşesinde yerde eski bir şilte vardır. Şiltenin üstünde de dağınık bırakılmış bir battaniye. Bir fare cirit atmaktadır. Dışarıda giderek şiddetlenerek yağmur yağmaktadır. Saatçi tüm dikkatiyle elindeki bir cep saati üstünde çalışmaktadır. Telefon ısrarla çalmakta ama cevap vermemektedir. Birden dükkanın camı kırılır. Adam istifini bozmaz. Kılı bile kıpırdamaz. Telefon çalmaktadır hala.

Sonra deprem olur. Yaklaşık 30 saniye sürer.Saatlerin bazıları düşer, parçalanır. Duvardaki birkaç resim düşer, camları kırılır. Sokaktan insan çığlıkları gelir. Adam istifini bozmaz. Fare bile bir köşeye siner. Adamın sırtına da asılı duvar saatlerinden biri düşer. Şöyle bir kıpırdanır. Etrafına kısaca bakar. Kalkar yerdeki çerçevesi kırılmış üç çocuk ve bir kadının bir arada mutlu bir fotoğrafını alır. Döner yerine oturur.
Saatlerden bazıları hala çalışmaktadır. Tik tak… Tik tak…

TIKA(n)MA

Bir oda... İçinde bir masa, yüzlerce kitap, bir sehpa ve eski bir koltuk... Tek pencereli ama camın üstüne iki tahta çakılmış, açılmasını önlemek istercesine. Yaşlı, zayıf bir kadın… Usul usul kitaplarının pis bir bezle tozunu alır. Kürkünü okşayan zengin kadınlar gibi ahşap kitaplığının raflarını okşar. Kedisi bacaklarına sürtünür. Kapının altından tomarla zarf atılır. Eski kapının üstündeki düşecekmiş gibi duran tek anahtar da zarfların zorlamasıyla düşer. Dönüp bakmaz bile. Sehpanın üstündeki sürahiden bardağa su doldurur. Birkaç yudum alır. Kedi koşar anahtarla oynamaya başlar.


Eski koltuğuna bırakır kendini. Eski yüzlü bir kitap alır eline. Üst katında oturan karı koca kavga etmeye başlar. Epey gürültü patırtı çıkar.

Sehpanın üstündeki iki küçük parça pamuğu alır kulaklarını tıkar. Koltukta uyuyakalır.

Gece uyanır. Kavga sesleri vardır yine üst kattan. Kadın duymamaktadır. Kitapların yanına varır yine. Pis bezle tozlarını alır birkaç tanesinin yine. Kedisi bacaklarına sürtünür. Kapının altından bir tomar daha zarf atılır. Kadın bakmaz, ilgilenmez. Koltuğuna oturur yine. Kavga sesleri yükselir. Refleks olarak pamukları alır tıkar.

Sabah nefes zorluğuyla kalkar. Nefes alamamaktadır. Pencereyi açmaya çalışır. Tahtalarla mücadele eder. Fayda etmez. Kapıya yönelir. Açmaya çalışır. Anahtara bakınır. Kapı açılmaz.

Yere yığılır. Kedi minderinin üstünde öylece miskin miskin oturmayı sürdürür. Patisinin altında bir anahtar vardır.