7 Ocak 2011 Cuma

BURUKLUK

Çalışıyorum. İçimdeki gürültü arasından saf bir ses ayıklamaya. Olmuyor. Dünya gevezenin teki. Çok konuşurken hiç anlatıyor. Korkuyorum. Ölsem ne olacak ki? Karanlıktan korkuyorum. Ölümü prova etmeye yeltensem... Onu da beceremiyorum. Prova derken matineye dönüşebilir, kendiliğinden, zahmet beklemeden...
Gitmek istiyorum. Uzak ya da yakın. Yeter ki kendimden gideyim. Bir enstrüman çalmayı bilseydim keşke. Piyano mesela. Ellerim öyle uzun ki neden olmasın? Ama geç kaldım. Küçükken başlamalı o işlere. Artık geç, çok geç... Saksafon olsa. Zor. Nefesimi sadece sigara içerken odaklayabiliyorum. Okulda flüt bile çalamazdım. Kötü bir anı. Utanç dolu ve diğer çocukların alaycı bakışlarıyla. Resim de aynı küflü hatıralar bankasında saklanıyor. Çöp adam çizerken bile titreyen elim, yere fırlattığım pastel boyalar, kenarları kıvrılmış bir resim defteri ve adi bir resim çantası. Yine acımasız gözlü, neşeli çocuklar, kötü çocuklar...
Çok konuşuyorum. Tiksiniyorum kendimden. Kelimelerim ne kadar az, aciz, cılız, pis.  Okuyorum. Kaçmam lazım. Colette, Shakespeare, Galeano, Oscar Wilde, Sallinger, Orwell, Capote ve yeni yeni Murakami... Devlerin arasında bir cüceyim. Kendi gözyaşında kolaylıkla boğulan bir cüce... Herbirinde ölüyorum ve yenisine geçerken diriliyorum. Diriliş daha da beter. Yeni acı yeniden bedenlenirken ben diye bir şey kalmıyor. Toz zerresi kadar anlamım yok.
Masa almalıyım bir tane. Çalışmak için değil, yazmak için. Esasen tükenmek için. İçimde his olduğunu sandığım bulutumsu bir yumru var. Bir konuda başarılıyım en azından. Kendimi bitirebilecek gücümü coşturabiliyorum. Ne mutluluk...
Bir koltuk beğendim dün. Rengarenk. Gökkuşağının dinlenmiş hali. Çok para dediler. Baktığımla kaldım. Dokunmaktan bile alıkoydum kendimi. Ağladım, bayağı üzüldüm. İstedim onu, çok istedim. Bir armağan olamaz mıydı? Yalandan da olsa “Al bu senin artık” denemez miydi? Benim kadar cahil birini böyle mutlu etmek mümkündü. Mutluluk planım yoktu. Biri benim için yapamaz mıydı?
Mevsimlerden yazı silmek güzel olurdu. Sıcağı sevmiyorum. Derim ince, hemen alıyor içine buharı, sıkıntıyı ve her türlü fenalığı. Acılar ter içinde, tuzlu tuzlu, yapış yapış, terketmiyor hem ruhu hem bedeni. Gözlerimi yumamıyorum yaz geldiğinde. Edepsiz uykunun direnci bir başka bu mevsimde. Arsız şey...
Altüst bir evim olmalı. Herşey tersine içinde. Tuvalette yemek pişerken mutfak tezgahının üstüne dışkılamalı. Yatak odasında çamaşır yıkarken salonda uyumalı. Ve kabuslarım televizyonda akmalı. “Ben prodüksiyon”. Böyle yazmalı herbirinin başında ve sonunda. Kendi kendini temizleyebilen bir ev bu ev. Hiçbir temizlik ürünü ve aracı olmaksızın. Biraz sihirli bir ev gibi. Bir baykuş, bir köpek ve bir kaplumbağa yaşamalı içinde, didişerek ve sevişerek. Nerede sevişmeli bu evde peki? Hiç sevişmeden yaşamayı öğrenmeli belki de...
Kutup soğuğunda doğum yapmalı. Uyuşmuş, dipdiri bir canın tanıkları sessiz bir kutup ayısı ve yalnız bir penguen olmalı. Bebeğimi onlar yalayarak temizler. Hakiki bir merak ve sevgi gösterirler. Belki bilmediklerinden kısa bir an için yemek isterler onu. Ama yapmazlar.
Duruyorum. Beklediğim bir şey yok. Öyle kalıyorum. Birisi bu halimi anlamasın, bilmesin. Kimse beni düşünmesin. Bir şarkı benim için dinlenmesin. Hakkımda bir sözcük sarfedilmesin. Hiçlik beni ansın yeter.
Harflerle aram iyi değil. Sesli olanlarla bilhassa. Seninle aram da iyi değil, sevgili. Joe Dassin bile olsa tonumuzda. Harfler olmadan bir yolculuğa gidebilirim. Bunu yapabilirim. Diretebilirim bu imkansızlıkta ve direnebilirim olmamana. Ölemeyeceksin sen, yazık. Harflerle yaşamak zorundasın. Zaruret içinde boğulacaksın. Sessiz olanların içinde haykıracaksın.
What are you doing the rest of your life? Streisand soruyor, birine. Tanımıyorum soru sorulanı ve umurumda değil. Ben bu soru cevap faslı esnasında bir pastanede oturmuşum. Bir mahalle arasındayım. “Rest”... Hem geriye kalan hem de dinlenmek demek. Ama en çok rest çekmek. Acayip bir dil bu İngilizce. Yine de bizim dil yer onu, bitirir. Barbara müthiş biri. Tanıyorum onu. The Way We Were ... Gördüğüm en gerçek güzel kadın. Kıskanıyorum onu.
Unutmayı övmek istiyorum. Bu eşsiz ayrıcalığa sahip olan ey insanoğlu! Dur ve dinle içindeki kayıp cesetlerin çarpıntılarını. Hayat! Ben seni unutmak için sevdim. En çok seni unutmayı sevdim. Yalanları özenle kurmayı ve hiç zaman kaybetmeden dürüstçe onları yıkmayı seçtim. Sığındım sana, unutmak. Sevdalandım doğana. Aklımı karıştırdım, bilerek ve isteyerek. Çürüyen gerçekliğe karşı biricik silahım sen oldun. Casatchok... Kutluyorum seni. Tepine tepine!
İncindikçe incitmeyi öğreniyorum. Telaşlı değilim. Sakinim bunları yaparken. En çok da bu halimden ölesiye korkuyorum. Öldürmek istiyorum bu cüretimi. Kabalıklara tolerans göstermeye başlıyorum. Neden? Narinlik zayıflık gibi geliyor gitgide. Eyvah!
Yaşlanıyorum. Aşk, anlayış, sabır... Tahammülüm yok artık bunlara. Bulutların üstünde salınmıyor ruhum artık. Bir kaza geçirip kör ya da sağır olsam umurumda olmayacak sanki. Bir cinayete kurban gitsem ya. Kim beni öldürmek için büyüleyici bir plan yapar ki? Zengin veya ünlü değilim. Düşmanım var mıdır? Sevmeyenim vardır mutlaka. Neticede ben de bir sürü insanı şu veya bu nedenden ya da hiç nedensiz sevmiyorum. Peki sevmemek düşman olmak mı demek? Sevmediğin birine kötülük yapmayı, onu yok etmeyi ister misin? O yok olunca ‘sevmeme duygusu’ mu ölecek sanki? Yakıcı bir rahatlık mı dolacak içine? Bilmiyorum, anlayamıyorum. Fazla düşünüyorum.
Daimi, süresiz, sonsuz... Öğrendim ki acının huyu bu, duruşu bu. Bitmiyor, pes etmiyor. Etinin acısı dindiğinde ruhunun acısı coşuyor. Ya da ikisi birden patlıyor. Ama ruhun acımadığı bir an yok. Bazen numara çekiyor. Ancak hemen niyetini belli ediyor. Riyakar değil acı. Belki de hayatımızdaki tek dürüst şey. Acı bence Fransızca konuşuyor. Duygusal, yumuşak, zarif bir şekilde kanırtıyor, paralıyor bizi. Acının dili de dini de müzik. Herkesi koşulsuz, gafil avlama aracı kesinlikle müzik.
Gençliğimi özlemekten vazgeçtim. Özlemediğimi iddia ederdim. İçin için, herkesten gizleyerek hasrettim oysa o tazelik dönemine. Şimdiyse sadece bıkkınlık hissediyorum. Gençlik çok acı, pek kederli, hazin ve boşluğa eşdeğer... Bilgisiz ve bilinçsiz bir dönem. Güzelmiş...
Kalbimden kurtulmanın bir yolu olmalı. What’s love got to do with it? What’s love? But a second hand emotion. Who needs a heart when a heart can be broken? Kalbim olduğunu sadece kırıldığında anımsıyorum. Sigara içerken, kadehlerce alkol yuvarlarken, yağlı yemekleri götürürken aklıma bile gelmiyor. Dünya Kalp Günü ve Kalp Haftası gibi abuk sabuk ajandalara burun kıvırıyorum. Binlerce insanın bu günlerde yürümeleri, koşmaları filan sirk, karnaval duygusu yaratıyor bende. Historia De Un Amor...
Birileri gidiyor. Birileri geliyor. Bu trafik sıktı artık. Giden gitsin. Niçin ille birileri geliyor? Neden boşluklar dolmayı bekliyor? Hareketsizlik o kadar da kötü bir şey olmasa gerek. Donup kalmak tatillerin en güzeli. Olduğu gibi kalsa hayalkırıklığı, mutsuzluklar, vazgeçişler, öfkeler, hüzünler, kayıplar. Kayıp... Bulmaya çalışmasak onu ya. Gitmek istemiştir ve gitmiştir ne de olsa. Birine ‘kal’ demek zor değil. ‘Git’ demek daha zor ki zaten herkes gitmek istiyor. Mesele kalmak isteyene çatmakta ve sessizce kalışına sevinmekte. Mutluluk bu olmalı...
Maskeler... Onlardan ödüm kopuyor işte. Ağıt yakan kabileler gibiler. Çok soğukkanlılar ve korkunçlar. Ölümden bile kesinler. Yabancılar, gecenin kuytusunun değişmez sakinleri... Bir otobiyografi yazsam onlarla başlamak isterdim ve onlarla bitirmek. Yazık ki iyi tanırım çoğunu... A Toi...
Bir çiçeğe bile bakamıyorum. Bir orkide vardı çalıştığım yerde. Sahibi uzunca bir geziye gittiğinde bana emanet etmişti. Suyunu verdim. Sevdim de gerçekten. Yine de öldü. Kurudu, çirkinleşti. O güzelim çiçeklerinden eser kalmadı. Toprağı böceklendi, kurtlandı. Benim yüzümden. Doğru bir şekilde ilgilenmedim. Açıkçası pek umursamadım. Su verilmesi, gülümsemek falan yeter sandım. Yetmedi. Orkide bana yine hatırlattı, sorumsuzun biri olduğumu... Yağmuru severim. Özellikle kara bulutların serseri gezintilerini. Bitkileri ve güneşi onlar kadar sevmiyorum. Ain’t no sunshine...
Aranan, aramak, aranmak... Aralarında yitip gittim yıllarca. Bir şeyi, birilerini aramış durmuşum. Sahip olmak derdinden galiba. İlle sahip olucaz bir şeye. Tutup avucumuzda sıkıcaz. Sonra herbirimiz Lennie oluvericez ve avucumuzda sevgiyle sıktığımız o şeyi öldürücez. Sahip olmak ya gerisi vız gelicek. Yaşatmaya, korumaya, kollamaya onu aramakla sarfettiğimiz eforun yarısı kadar çaba sarfetmeyeceğiz. Bu yüzden bir bebek sahibi olmaktaan da kaçtım hep. Ya ölümüne de yol açarsam? Ya onu severken öldürüverirsem? Bir orkideye bile bakamamıi biriyim sonuçta. Waltz of the butterfly...
Yüzleri unutmaya başladım. En çok da gözleri. Geçmişi sebepsizce tararken yakalıyorum kendimi. Ve farkediyorum ki yüzler silikleşiyor. Eternal sunshine of the spotless mind... Gözleri, renkleri, bakışlarını toparlayamıyorum zihnimde. Birisi bir şey yapmış zihnime. İyi mi yapmış kötü mü, kararsızım. İnanmak istediğim bir geçmişim var mı artık emin değilim. Naftalinle çürük yumurta arası bir koku var burnumda. O yüzleri, o gözleri unutmak için sevdiğime karar verdim. Bir karardır en azından...
Şöyle iyi rüzgar yemem lazım. İyice tokatlamalı yüzümü, savurmalı bedenimi. Kontrolümü elimden almalı. Böyle olmalı. Rüzgar dediğin bunları yapabilmeli. Samimiyet yani. Şu anda defterimin üstünde gezinen karınca gibi. Dürüst bir canlı. Yemek arıyor. Ya da yolunu, yuvasını. Beni de biliyor. Ondan ne kadar güçlü olduğumu. Aslında onu basit bir hareketle yok edebileceğimi. Ama yılmıyor. İşine bakıyor. Rüzgar gibi. O da işine bakıyor. Ama bu ara pek uğramıyor benim yakaya. Belki de bunca binadan uzaklaşmam lazım rüzgarıma kavuşmak için...
Yeni bir yer açılmış, yine. Şık bir cadde üstünde. Şıklığı taşlarından veya üstündeki binalardan kaynaklanmıyor. Dergiler ve gazetelerde böyle bahsedilir ya caddelerden. Oysa bir giysisisi, mücevheri falan yoktur. Sanki insanlar giyiniyor diye cadde de giyinmiş gibi. Neyse, bu cadde üstünde talihsiz bir nokta vardır epeydir. Her yıl yeni bir mekana büründürülür bu nokta. Bu kez de bir cafe oldu, yeniden. Adı farklı. Menüsü falan hep diğerleri gibi. Ancak bir farkı var. Arka bahçesini oldukça geniş tutmuşlar. Nereden mi biliyorum? İçine girdim de ondan. Hatta uzunca oturdum. Etrafı seyrettim. Garsonları dikizledim. Fiyatları uçuk değil. Ancak menü arsızca geniş. Niçin şu yemekçiler birkaç, belli şeyde uzmanlaşmayı istemezler? Nasıl bir aşçı bulmalı ki böyle kimliksiz mutfaklar için?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder